Nevrûz’un Dayandığı Söylenceler

Nevrûz’a ilişkin söylencelerde yer yer büyük farklılıklarla karşılaşılır. Eldeki kaynakların verdikleri bilgilere  göre Nevrûz, İran kökenli bir bayram  olup oradan diğer ülkelere yayılmış, zamanla herkesin kendi söylencelerini de katarak kutladıkları bir yerel bayram haline gelmiştir. Ancak, gittiği her ülkede, yeni bir takım tema ve motifler alarak, anlam bakımından daha da zenginleşmiş, her halka özgü nitelikler de kazanmıştır.  Nevrûz İran’dan Orta Asya’daki Türki halklara, İslamiyet’in kabulü ile Araplar’a, geçmişte Diyar-ı Rum diye adlandırılan Küçük Asya veya bugünkü Türkiye topraklarına ve buradan da Balkanlar’a yayılmıştır.

Nevrûz’un dayandığı mitolojik temel ve söylenceler, her halkın kendine özgü yorumunu katması ve onu kendi tarihine uyarlama gereksinimini duyması sonucu, önemli değişiklikler göstermektedir. Bununla birlikte, söz konusu söylencelerin bir kısmında göze çarpan ortak tema, doğanın baharla birlikte canlanması, kendisini yenileyip sürekliliğini korumasıdır. Diğer bir kısmında ise, ciddi bir engelin, ağır bir baskının aşılarak kurtuluşa yönelme temi ağır basar.

İrani halkların önemli bir bölümünde, söz konusu efsane, genellikle hükümdar Cem’le bağlantılı bir biçimde sunulur. Cem’in diğer adının Sultan Süleyman olduğu, Cem-şid (Işıklı-Cem) diye adlandırıldığı da ileri sürülür. Söylenceye göre hükümdar Cem, İran’da dolaşırken Azerbaycan’a gelir. Orası hoşuna gider ve emrindekilere, tahtını burada kurmalarını buyurur. En güzel giysilerini giyer, mücevherlerini takınır, kristal kadehini kırmızı şarapla doldurup eline alarak, geçer tahtına oturur. O anda onun elindeki kadehe ve üstündeki mücevherlere çarpan güneş ışınları, kırılarak öyle bir renk harmonisi, öyle bir nur oluşturur ki, bunu görenler hayretler içinde kalırlar. Bu, Güneş’in, Tanrı Ahuramazda’nın, Cem’i nurlandırarak kutsadığı biçiminde yorumlanır. Denilir ki, o tarihten beri bu gün, yılın ilk günü ve kutsal bir gün olarak kabul edilmiştir. Şarabın veya genel olarak içkinin, dem/bâde olarak nitelenip, makbul sayılmasının da buradan kaldığı söylenir.

Cem efsanesi genel kabul görmekle birlikte çeşitli halkların, daha değişik söylenceler üreterek Nevrûz’la bütünleşmeye yönelmeleri, işin mitolojik ve mistik boyutlarını daha da derinleştirir. Kürtler’e göre işin kökeninde kurtuluş’u ve özgürlüğü simgeleyen bir eylem, baskıya karşı bir başkaldırı yatar. Nevrûz, zalim bir hükümdardan kurtulmanın sevincini yansıtan saygın bir gün olarak anılır, özgürlük bayramı olarak kutlanır. Dahak ya da Zahak adlı hükümdarın, omuzlarında iki yılan peyda olur. Hekimlerini çağırıp çare bulmalarını ister. Onlar da her gün genç bir erkek ve genç bir kızın beyni yılanlara yedirilmezse, yılanların hükümdara zarar vereceklerini öğütlerler. Zahak, Demirci Kava’ya, hekimlerin istediği beyni, her gün hazırlayıp getirmesini buyurur. Kısaca her gün genç insan beyniyle beslenen yılanlar keyfederken, neredeyse memlekette genç kalmaz katledilir. Bu kötü gidişe çare arayan Demirci Kava, nihayet Zahak’ı öldürmeye karar verir. Bir gün elindeki balyozu havaya kaldırıp vargücüyle yılanlı hükümdarın başına indirir. Dahak yılanlarıyla birlikte ölür. İşte bugün, zalimin zulmünden kurtulmanın sevinci ile kutlanan bir bayram haline gelmiştir.

Orta Asya ülkelerinde de Nevrûz Bayramı’nın eskiden beri kutlana geldiğini öğreniyoruz. Bunun, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra, şimdilerde daha da canlanıp yaygınlaştığı anlaşılıyor. Türki devletler topluluğunda kaynak olarak gösterilen söylence, Türkler’in ciddi bir engeli aşıp kurtulmaları esasına dayanır. Bir Türk boyu tam 400 yıl bir vadiye sıkışıp kaldıktan sonra, bir gün bir Bozkurt’un önlerine düşüp yol göstererek, onları buradan kurtardığı anlatılır. İşte bu günün Türkler’in kurtuluşu anlamında algılanarak „Ergenekon’dan Çıkış Bayramı“ olarak kabul edilip her yıl kutlana gelir.

Türkiye’de, diğer ülkelerde yaşamakta olan Şii ve Alevi topluluklar da, Sultan Nevrûz’u en büyük bayramları olarak kabul ederler. Öyle ki, bahar ya da yeni yılda, doğada ve yaşamda karşılaşılan canlanma ve değişimin gizi ve güzelliği ile Hz. Ali’nin manevi kudreti arasında doğrudan bir bağ kurularak, 21 Mart’a son derece büyük bir anlam ve önem atfedilmiştir.
Alışılageldiği gibi, kutsal sayılan günleri daha da yüceltmek için, insanlık tarihinde belirleyici öneme sahip ve fakat ne zaman meydana geldikleri kesin olarak bilinmeyen bir çok olayın da, o gün ortaya çıktığını ileri sürmek gelenek haline gelmiştir.

Osmanlı döneminde herhangi bir Nevrûz yasağı ile karşılaşılmıyor. Osmanlı sarayında da Nevrûz özel bir gün olarak kabul edilip kutlanmış. Her yıl 21-22 Mart’ta, Nevrûziyye adı altında özel macunlar, kuvvet macunları hazırlanıp kristal kâseler içinde Padişah’a ve devlet ileri gelenlerine ikram edilmiş. Sarayda özelliği olan sofralar kurulmuş, farklı yiyecekler sofralara konulmuştur. Sultan Abdülhamid’in kızı Şadiye Osmanoğlu’nun anılarından öğrendiğimize göre, İranlıların Heft Sin sofrasına özenilerek, fakat değişik yiyeceklerden oluşan bir sofranın hazırlanması sarayın âdetlerinden biri haline gelmiştir. Yine Yedi-S gelenek olarak benimsenmiş, ama yiyecekler farklı olmuştur. Susam, süt, simit, su, salep, safran, sarımsak gibi yiyecekler Osmanlı  saray sofrasını süslemiş. Görüldüğü gibi bunlar, İslami dönemin Nevrûz sofrasında yeralan geleneksel nimet ve nesnelerden oldukça farklı şeylerden ibarettir. Sarımsak dışındakiler, s harfiyle başlıyor olmaktan öte herhangi bir benzerliğe sahip değiller. Böyle de olsa Nevrûz’un Osmanlı sarayına da girdiğini görüyoruz. Saray çevresindeki şairler de, çeşitli ihsanlar koparmak amacıyla Nevrûziyye diye adlandırılan şiirler yazıp padişahların beğenisine sunmuşlar. Müneccimbaşı da her yıl 21 Mart’ta, yeni takvimi padişaha sunarken, yine Nevrûziyye adı altında padişahtan bir ihsan alırdı.

Türkiye Cumhuriyeti dönemindeyse Nevrûz’un yasaklandığına, unutturulup ortadan kaldırılmak istendiğine tanık oluyoruz. Hele özellikle 1970’li yıllardan itibaren Kürtler’in Nevrûz’u, özgürlük ve kurtuluş bayramı haline getirme çabaları arttıkça, yöneticiler tutumlarını daha da sertleştirip, ağır baskı uyguladılar. Sözkonusu yasaklama, Aleviler’in de uzun süre Sultan Nevrûz’u ve Hz. Ali’nin Doğum Günü’nü anmaları önünde büyük bir engel oluşturmuş, bunun sonucu Nevrûz geleneği zamanla zayıflamaya yüztutmuş, mezar ziyaretleri gibi cılız bir takım uygulamalarla yetinilmek zorunda kalınmıştır.

Bir yandan Türkiye’deki iç gelişmelerin etkisi, öteyandan Türkiye’nin Türki Devletler’le iyi ilişkiler içine girme gereğini duyması gibi nedenler Türkiye’deki yasağın delinmesine yolaçtı. Hatta daha da ileri giderek, yasakçı politika terkedilip, Nevrûz’a topyekün sahip çıkılmaya başlandı. Bu kez de onun İrani karakteri gözden kaçırılıp, Türk kökenli bir gelenek olduğu savına ağırlık verilmeye başlandı. Onun kökeni, anlamı ve kutlanma biçimlerine ilişkin görüş ve tartışmaları konu alan çeşitli resmi sempozyum ve toplantıların düzenlenmesine hız verildi.

Yasaklama ve anlamından uzaklaştırma çabalarına Sovyetler Birliği döneminde de rastlanır. Belirtildiğine göre, Nevrûz’un „İslami“ bir özellik kazanmış olmasından korkulur ve Müslüman halkları asimile etmek amacıyla anlamından koparılmaya çalışılır, hatta yasaklanır. Nihayet Sovyetler Birliği’nin dağılması, kendilerine bağlı devletlerin kopup bağımsızlıklarını elde etmeleri sonucu, herbirinin tekrar kendi tarihsel, ulusal ve kültürel değerlerine dönmesiyle Nevrûz da yeniden önplana çıkıp kutlanmaya başladı.