Abbasi, Büyük Selçuklu ve Osmanlı Dönemleri

Aleviler’in desteğinde Hilafeti elegeçiren Abbasiler, uzun süren iktidarları (750-1258) döneminde, genellikle Emeviler zamanında şekillenmiş olan Şeriat’a bağlılık ve Ehl-i Beyt’e düşmanlık üstüne oturtulan bir politika izlediler. Ali evladı İmamlar’ın büyük bölümü bu dönemde ve bizzat Abbasi yönetiminin plan ve tuzakları sonucu öldürüldüler. Hallac-ı Mansur (öl. 922) ve daha pek çok mutasavvıf, düşün ve felsefe adamı bu dönemde katledildi. Emevileri yıkan hareketin önderi Ebu Müslim Horasani, iktidarı getirip kendi elleriyle Abbasiler’e teslim ettiği halde, kısa bir süre sonra acımasızca katledilmekten kurtulamadı (755). Onun taraftarlarının, Simbad adlı komutanın önderliğinde başlattıkları ayaklanma ise, yedi yıl gibi kısa bir süre sonra kanlı bir biçimde bastırıldı. Beş yüz yıl kadar süren Abbasi yönetimi döneminde Ali taraftarları büyük  baskı ve işkencelerle karşılaştılar. Ehl-i Beyt mensupları ve yandaşları, üstüne duvar örülerek öldürülmek dahil, akılalmaz çeşitli yöntemlerle ortadan kaldırıldılar. Bu konuda Abbasiler, Emeviler’den hiç de geride kalmadılar ve bu, 1258’de Bağdat’daki Abbasi halifesi Moğollar tarafından asılarak öldürülünceye kadar sürdü. Bu olay üzerine Mısır’a kaçarak kurtulan Abbasi halifesinin yakın akraba ve ailesi, burada da halifeliğini sürdürdü ve buna da 1517’de Osmanlı Sultanı Yavuz Selim son verdi. Daha doğrusu Yavuz halifeliği devralarak, Osmanlı padişahlarına aynı zamanda Halife olma olanağını kazandırdı.

İran’da kurulan Büyük Selçuklu Devleti, koyu Sünni idi. Onun sadrazamı Nizam-ül Mülk’ün Alevi düşmanlığı unutulması mümkün olmayan boyutlara ulaştı. İran’ın Horasan’da, Hasan Sabah etrafında toplanmış bulunan direngen Alevi-Bâtıni topluluğuna karşı son derece acımasızca davrandı. Sonunda Hasan Sabah fedaileri tarafından ölümle cezalandırıldı. O dönemde Batıni diye de adlandırılan Aleviler’in Suriye, Lübnan ve Mısır’da bulunan kolları, Selçuklular’ın yanısıra Salahaddin Eyyubi’nin kanlı saldırılarına da hedef oldular. Hatta öyle ki Aleviler, Salahaddin’e karşı Haçlılar ve Yahudiler’le de işbirliği yapmak zorunda kaldılar.

Osmanlı iktidarı Alevi toplumu bakımından unutulması mümkün olmayan kapkara bir dönemin habercisi oldu. Alevi inancı tümdan „Batıl“ sayıldı, Aleviler toptan yokedilmeye çalışıldı. Osmanli-İran ilişkilerinin gerginleşmesi sonucu 50 binden fazla Alevi kılıçtan geçirildi ve hayatta kalanlarsa sürekli takip altında tutuldular.

Yavuz Selim’in, İbn-i Kemal gibi Seyhülislam takımına hazırlattığı fetvalarında Kızılbaşlar (yani Aleviler), „kâfirler ve dinsizler topluluğu“ olarak tanımlanıyordu. „Onlara sempati gösteren, bâtıl dinlerini kabul eden ve yardımcı olanlar da kâfir ve dinsizdir“ biçiminde suçlanıyordu. Aleviler’le savaşta  ölen Müslümanlar „kutsal şehit“ sayılıp Cennet’e gönderilirken,  Aleviler’den ölenler ise „cehennem dibinde“ bir yerlere atılıyordu. Aleviler’i „kırıp topluluklarını dağıtmak bütün müslümanların görevidir“ şeklinde buyurulurken, en küçük bir merhamet duygusuna yer bırakılmıyordu. Bunun yanısıra kendileri açısından Aleviler’in durumunu, „kâfirlerin -kitap sahibi Hıristiyan ve Yahudiler’in- durumundan daha kötü“ gösteriliyordu. „Bu topluluğun kestiği ya da gerek şahinle, gerek okla, gerekse köpekle avladığı hayvanlar murdar“ sayılıyor,  „gerek kendi aralarında gerekse başka topluluklarla yaptıkları evlenmeler muteber“ görülmüyor, koca bir toplum piç insanlar topluluğu olarak nitelendiriliyordu…

Kızılbaş olmak Osmanlı kılıcını ensesinde hissetmek için yeterli bir nedendi. Bununla birlikte diğer halk kitleleri de acımasız bir baskı ve sömürü kıskacına alınmış, son derece güç koşullar altında yaşamak zorunda bırakılmıştı.

Alevi-Kızılbaş toplumunun gerek dinsel inanç, gerekse dünyagörüşü ve yaşam anlayışı  bakımından Sarayın saldırı hedefi haline gelmesi, onu bir başkaldırıdan diğerine yöneltti. Ve ardı arkası kesilmeyen katliamlarla karşı karşıya bıraktı. Bu olgu bir yandan Aleviliğin anlamını ve içeriğini ezilen halk kitlelerinden yana derinleştirirken, bir yandan da onu, hangi dine ve hangi millete mensup olursa olsun, Osmanlı yönetiminden rahatsız olan tüm her kesin ilgi odağı, dönemin koşullarında ideolojik ve politik sığınağı haline getirdi.  1239’da Babailer, 1416-1419’da Şeyh Bedreddin, 1511’de Şah Kulu Baba, 1512’de Nur Ali Halife, 1518’de Şeyh Celal, 1525’te Baba Zünun, 1527’de Kalender Çelebi, 1577-1589’da Şah İsmail adında birinin ve sürüp giden çeşitli halk ayaklanmaları birbirini izledi.  Bu ayaklanmalara her soydan ve her boydan insanın katıldığı, yer yer Kızılbaş ayaklanması olmaktan çıkıp topyekün bir halk ayaklanmasına dönüştüğü görülür. Bu dönemde Aleviler’e ya da „şer’i düşünceye aykırı hareket edenlere“ verilen cezalardan bazıları şöyledir:

– Küreğe konulmak.
– Çoluk çocuğuyla Kıbrıs’a ya da başka yörelere sürülmek.
– Dini önderleri suda boğdurmak ya da ateşe atıp yakarak öldürmek.
– Aşırı bulunanları hırsızlık, katillik, eşkıyalık gibi suçlamalarla öldürülmek. Yani Alevi oldukları için öldürüldükleri gizlenmiş, hırsızlık, katillik, eşkıyalık gibi suçlardan „siyaset“ (idam) edildikleri gerekçesi propaganda edilmiştir.

Osmanlı döneminde Alevi-Kızılbaş toplumuna yapılan baskı ve haksızlıkların dayandığı temel anlayış, bugün de aynen sürüyor. Kısaca değinilen  padişah Yavuz Selim dönemi ve sonrasında çıkarılan „Fetvalar“ bugüne kadar henüz hükümsüz sayılıp ortadan kaldırılmış değil.TC hükümetlerince hazırlatılan devletin „Gizli“  belge ve raporlarında, Aleviler’e tıpkı Osmanlı dönemindeki gözle bakıldığı anlaşılıyor.