• Türkiye’de Laiklik Cumhuriyetlemi başladı?

    Prof. Dr. Cengiz Güleç

    Değerli dostum ve hocam,Türk Halk Bilimi’nin yaşayan en büyük araştırcısı sayın Prof. Dr. İlhan Başgöz’ün yıllar önce bana gönderdiği bir konferans metnini okurken çok heyacanlandığımı itiraf etmeliyim. “Türkiye’de Laikliğin Tarihsel ve Sosyal Kökenleri” başlıklı yazısında hoca, o kadar önemli saptamalar ve savlar ileri sürüyordu ki, laiklik konusundaki görüşlerimi yeniden gözden geçirmem gerektiği inancına vardım.Bu konuda bir toplum bilimci olarak değişik zamanlarda yazılar yazmış, akademik ortamlarda hararetli tartışmalara katılmış laik bir aydın olarak kendimi tanımlayabilirim. Son dört yıl içinde milletvekili olarak mensubu olduğum “Demokratik Sol Parti”nin “inançlara saygılı laiklik”anlayışının içini doldurmaya çalışmış bir siyasetçi olarak bu konuda” radikal laikçi”lerle çatışmaları göze aldım ve bir sürü münazaraya katıldım…

    Modern Türkiye Cumhuriyeti’nin temel ayırt ettirici niteliğinin Laiklik olduğuna olan inancımı korumakla birlikte, ülkemizde uygulanan laiklik anlayışının çok ciddi bir biçimde yeniden değerlendirilmesi ve sorgulanması gerektiğini de vurgulamaktan geri durmadım.

    Cumhuriyetçi aydınlar arasında yaygın olan kanıya göre, Osmanlı devleti laik bir nitelik taşımıyordu ve tarihsel koşullar göz önünde tutulduğu takdirde böyle bir ilkeye bağlı olma gereğini de duymuyordu.

    Osmanlı hanedanının mutlak ve merkezi erki, İslam hukukunun gereğince meşru sayılıyordu. Açıkça teokratik bir devlet olduğu söylenemese de Osmanlı düzeninin seküler, yani din dışı temellere dayanmadığı da teslim ediliyordu.

    1980’lerden sonra yükselen siyasal islamcı hareketin demokrasi talepleri ile gündeme gelen “çift hukuk” tartışmaları ve kamusal alanda kılık-kıyafet özgürlüğü talepleri çerçevesinde, Türkiye’de laiklik anlayışının kendine özgü yönleri de tartışılmaya  başlanmıştı.

    Bir grup sol aydın,  toplumsal yaşamda, aklın ve bilimin öncülüğü ile desteklenen laikliği, neredeyse “yeni bir din” kavramı derecesinde baskıcı ve  köktenci bir tutumla savunurken, liakliği daha yumuşak yorumlarla,”inançlara ve dinsel yaşama saygılı” demokratik bir anlayış olarak yorumlayan sol nitelikli aydınlara da rastlamak mümkündü. Bu iki anlayışın paylaştığı ortak nokta, Cumhuriyet projesinin temel güvencesi ve dayanağı olarak laikliğin, Atatürkçü düşüncenin olmazsa olmaz ön koşulu olması gereğidir. Bunun doğal sonucu olarak Türk Devrimi  ile kurulan  ulusal devletimizin,  laik hukuk anlayışını Anayasa ilkesi haline getirip bunu topluma benimsetmesi çabaları, her ilerici, yurtsever, demokrat kişi tarafından desteklenmeli ve korunmalıdır.

    Cumhuriyetçi aydınlarımızın hemen hepsi, laikliğin 1920’lerde ortaya çıktığını ve Türk Devrimi’nin öncüsü ve cumhuriyetçi ulusal devletimizin kurucusu Atatürk’ün güçlü iradesi ile toplumsal yaşamımıza mal edildiği inancını paylaşmaktadır.

    Diyanet İşleri Başkanlığı kurumunu kurarak dini, devletin denetimi altına sokan Cumhuriyet devleti, bir bakıma laiklik kavramının özüne pek uygun olmayan bir uygulama içine girmiştir.
    Batı dünyasındaki yorumuyla  dinsel otorite ile sivil ya da siyasal otoritenin bir birinden ayrılması ilkesi anlamındaki laiklik, bizde farklı bir anlam ve uygulama  kazanmıştır,
    Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurucuları laikliği, İslam hukuku anlamındaki şeriat kurallarının toplumsal yaşamdaki emredici üstünlüğünü ortadan kaldırmakla sınırlı tutmamışlar ve bu amaçla, Başgöz’ün de belirttiği gibi, bir dizi sivil reformu hayata geçirmişlerdir. Bu reformlar şunlardır: Hilafetin kaldırılması; eğitim kurumlarının birliği ve Milli eğitim bakanlığında toplanması; medreselerin, tekke ve zaviyelerin kapatılması; devlet okullarından din derslerinin, Farsça ve Arapça öğretiminin çıkarılması; kadına erkekle eşit haklar sağlayan Medeni Kanun’un kabulü; kızlarla erkekleri ayıran eğitime son verilmesi; Arap alfabesinin, Hicri tarihin, hafta sonu tatilinin değiştirilmesi; ibadet yerleri dışında dinsel giysi ve işaretlerin yasaklanması; fesin yerine şapkanın giyilmesi; ezanın Türkçe okunması ve en önemlisi de Anayasa’dan “devletin dini İslamdır” maddesinin çıkarılması. Özgün bir yorum olarak Türk Laikliği, bu reformlardan oluşan bir bütündür. Reformlardan beklenen sonuç, devletin, siyasetin, sanatın, ekonominin ve toplumsal değişim ve ilerlemenin kendi kuralları ve yasaları gereğince özgürce gelişmesini sağlamak, bireysel ve toplumsal yaşamdaki dinden gelen kısıtlayıcı  etkileri sınırlandırmaktır. Laiklik sayesinde sağlanacak gelişmelerle “Çağdaş Batı Uygarlığı” içinde hakettiğimiz onurlu ve bağımsız yeri elde etmek amaçlanmıştır.

    Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında, toplumsal yaşama karışmadıkça bireylerin dinsel inanç ve yaşamlarına karışılmamış, ibadet özgürlüğü güvence altında tutulmuş, inanmayanların özlük haklarına ve özgürlüklerine saygı duyulmuş, azınlıkların özerk bir biçimde dinsel yaşamlarını sürdürmeleri  sağlanmıştır.

    Cumhuriyet hükümetleri kırsal alanda o kadar hoşgörülü davranmıştır ki, bir dönem kendi laiklik anlayışının gereklerini sanki unutmuş gibi, köy okullarında din derslerinin okunmasına izin bile vermiştir.1938 yılı Köy İlk Mektepleri Müfredat Programı’na göre, bu okullarda öğrencilere haftada bir saat din dersleri verilmekte, bu derslerde Tanrı’nın Birliği ve Müslümanlığın ilkeleri, çağdaş bir ilahiyat anlayışı ile okutulmaktadır.

    Ortaçağlar boyunca hüküm süren kilisenin  mutlak gücünün 15. yüzyıldan itibaren  Reformasyon ve Rönesans süreçleri sayesinde sınırlandırılmasına ve daha da önemlisi, kilise ile kralın yetkilerinin birbirinden ayrışmasına, neredeyse 500 yıldır alışmıştır Batılılar, Sekülerleşmenin, başka bir deyişle dinle devletin birbirinin yetki ve haklarına karışmadan bir arada yaşamaları ilkesinin, uzun  ve sancılı toplumsal mücadeleler sonucunda kazanıldığı bilinmektedir.

    Otoritenin giderek ayrışması olgusunun, Osmanlı toplumunda da eskiye dayanan bir öyküsü vardır. Tam bu noktada tarihçilerimizin saptamalarını aktararak, laikliğin tarihsel dayanaklarına bir göz atalım.

    Ünlü tarihçimiz Halil İnalcık’ın “Osmanlı İmparatorluğu” adlı eserinde, toplum ve ekonomi ilişkileri üzerine söylediklerine başvuralım:

    ”Bir Müslüman devleti olan Osmanlı İmparatorluğu’nun kuramsal olarak  Şeriat’tan başka kanunu olmamalı idi. Müslüman hükümdarı, ister halife, ister sultan olsun, kanun koyucu olamaz, ancak Müslüman kanunu olan Şeriat’ın uygulayıcısı olabilirdi. Ama Osmanlı devletinde, Şeriat hukukunun yanında, ondan ayrı bir hukuk sistemi de gelişmiştir. Hukuk-i Örfi ya da Hukuk-i Sultani denen bu sistemi oluşturan kanunları, Osmanlı Sultanları çıkarıyordu. Bu uygulama Selçuklar’da da vardı ve temelini Türk uluslarının adet ve geleneklerinden, yani Töre’den alıyordu. İslam kisvesi altında Türk hükümdarı, kendi iktidarına ortak veya onun üstünde bir otorite tanımayan mutlak karakterini muhafaza etmiştir.”

    Fuat Köprülü’de bu görüşü destekleyerek şunları söylüyor:

    ”İslam dinine en riayetkâr sayılan Türk hükümdarları bile devlet otoritesini her şeyin üstünde tutmuştur.”

    Tarihçilerimizin sözlerine bakarsak, Sultan’ın kanunlarının Şeriat’a aykırı olmaması gerekirdi. Ama daha Kanuni Sultan Süleyman devrinden başlayarak Şeriat Hukuku ile Sultan’ın hukuku arasında ayrılıklar, hatta karşıtlıklar belirmiştir. Örneğin Şeyhülislam Pir Mehmet’e toprak rejimi ile ilgili bir sual soruluyor. Fetvasını şöyle veriyor: ”Gerçi şer’i maslahat değildir (yani şeraiata uygun değildir) lakin koyun kimin ise kuzu onundur deyi şayi olmuştur.Bu makulede ulul-emre müracaat olunur”

    Şeriat, hırsızlık yapanın elinin kesilmesini emrettiği halde, Osmanlı kadılarının hırsızlık davalarında cezayı paraya çevirdikleri bildirilmektedir.

    Yukardaki tarihsel gerçekler göz önünde tutulduğunda Osmanlı düzeninde de, Batı’daki uygulamalara benzer bir biçimde çift hukuk sisteminin yaşandığı söylenebilir.
    Abdülhamid’in hukuk danışmanlarından Leo Ostrorog’a göre “Eğer Osmanlılarda şeriatın yanında din dışı bir kanunlar sistemi olmasa idi, Türk Medeni kanunu kolayca kabul edilemez ve hayata geçemezdi”

    Başgöz üstadın “Türkiye’nin Eğitim Çıkmazı” adlı eserinden öğrendiğimize göre:

    ”18.  yüzyılda orduya yeni yöntemlerle eğitilmiş subaylar yetiştirmek için açılan iki mühendishane, daha sonra açılan Tıphane-i Amire (Askeri Tıp Okulu), Mekteb-i Ulumu Harbiye ve Mızıka-i Hümayun gibi okullarda derslerin ve ders kitaplarının seçiminde, öğretmenlerin atanmasında, yeni eğitim ve öğretim metodlarının uygulanmasında, dürbün, harita, kara tahta gibi ders araçlarının kullanılmasında Şeriat makamlarına ve dinin sosyal baskısına yer verilmemiştir. Böylece bu okullarda Hendese, Riyaziye, Astronomi, Fransızca okutulmuştur. Müteferrika matbaası yalnız dini kitaplar basabilirken, bu okulların matbaaları Batı dillerinden çevrilen ders kitapları yayınlamıştır. Ders kitaplarının Türkçe’ye çevrilmesi, askeri okullarda Türkçe öğretimi gereği ortaya çıkmış, İmparatorluk’ta ilk Türkçe gramer kitapları bu laik okulların öğretmenleri tarafından yazılmıştır”.

    1808’de Alemdar Mustafa Paşa’nın Ayan ve Hanedan ile imzaladığı Sened-i İttifak, toplumun laikliğe doğru gelişmesinde önemli bir adım olmuştur. Bu anlaşma ile Osmanlı padişahı ve halifesi haklarından bir kısmını başka bir toplumsal sınıfın mensupları ile paylaşmayı -istemeden de olsa- kabul etmek zorunda kalmıştır.

    Tanzimat döneminde bu gelişmeler sürmüş ve yeni kurulan rüştiye okulları -ki Atatürk’ün temel eğitimini aldığı okul- öğretmen okulları, darülfunun ve sanat okulları din otoritelerinin tekelinden kurtarılmış, bu sivil okulların yönetimi için merkezi bir kurum olan Maarifi Umumiye Nezareti adıyla, bugünkü Milli Eğtim Bakanlığı’nın öncüsü kurulmuştur.

    Gurur kaynağımız bir başka toplumbilimci Niyazi Berkes’ten  öğrendiğimize göre, hukuk alanındaki gelişme daha da önemli olmuştur:

    ”1840 yılında kabul edilen Ticaret kanunu,1858 ‘de kabul edilen Osmanlı Ceza Kanunu ile Şeriat mahkemelerinin yanında Batı’dan alınan yeni bir hukuk ve mahkeme sistemi gelişmeye başlamış ve gittikçe daha büyük ölçüde Şeriat hukukunun yetki alanını daraltmıştır. Bu yeni hukuk sistemi ile, borç verilen paraya faiz esası getirilmiş, şarap içenlere sopa çekilmesi, eşkiyanın asılması, zina yapanların taşlanarak öldürülmesi gibi uygulamalar kaldırılmıştır.”
    Berkes’e göre laikliğe doğru en önemli adım, İttihat ve Terakki idaresince atılmıştır. İttihat hükümeti, Ziya Gökalp’ın fikir babalığını yaptığı bazı önerileri, Birinci Dünya Savaşı yıllarında kanunlaştırmıştır. Bu kanunlarla Şeyhülislam, hükümet üyesi olmaktan çıkarılmış, ilk okullar Şeriat mahkemelerinin elinden alınıp Milli Eğitim Bakanlığı’na, Şeriat mahkemeleri de Şeyhülislamlık’tan ayrılarak Adliye Bakanlığı’na bağlanmıştır,1927’de kabul edilen bir kanunla imam nikâhının bağlayıcı niteliği tümden sınırlandırılmış, kadına da kocasını boşama hakkı tanınmıştır.

    Çok kısa olarak belirttiğimiz bu tarihi gelişmeler, Türkiye Cumhuriyeti daha kurulmadan, dinin ve şeriatın yön verici etkilerinin, toplum kurumlarından ve devletten belli ölçüde çıkarılmış olduğunu, yani laiklik hareketinin gelişmesinde öncü adımlar olduğunu göstermektedir.
    Başka bir yazımızda da yine Başgöz hocamızdan esinlenerek düşündüğüm, laikliğin kültürel kökleri ve dayanakları hakkındaki görüşlerimizi tartışacağız.