• Aşık Mahsuni Şerif

    METİN AKTAN
    Divriği Kültür ve Dayanışma Vakfı İkinci Başkanı

    27 Mayıs 1960 Anayasası’ndan sonra hızlanan toplumsal tarihimiz, ağırlık merkezini ekonomide tarımdan sanayiye, kültürel alanda kırsaldan kentsel olana taşıdı. Kentlerdeki yurttaşlık bilinci işçi köylü hakları, öğrenci hakları temelinde örgütlü bir yapıya kavuşturulmaya çalışıldı.
    Bütün dünyada “68 Hareketi” olarak bilinen bu siyasal kalkışma ülkemizde de etkisini gösterdi. Bu hareket kendi partilerini, kendi şairlerini, ozanlarını, müzisiyenlerini yetiştirmede oldukça başarılı oldu.

    Aşık Mahsuni Şerif, bu hareketlerinin önünün kesildiği 12 Mart 1971’e kadar Alevi nüfusun yoğun olduğu köy ve kent evlerine ikinci bir güneş gibi doğdu. Ağır baskı koşullarında susmayan Mahsuni, bunun bedelini uzun hapisliklerle ödedi. Bugün unutulan “Erim erim eriyesin” bu dönemin baş yapıtlarından birisidir.

    Mahsuni’yi ortaya çıkaran bu toplumsal ortamda TRT; “yurttan sesler” korolarıyla yeni, ancak ilerlemeyen bir gelenek oluşturuyor; kentlerde adına “Klasik Türk Müziği” denilen ve son büyük ustası Münir Nurettin Selçuk’tan sonra yenilenemeyen bir ölü müzik “gazino” müziği ile ayakta tutulmaya çalışılıyordu. Kentlerde yeni ya da bireysel diyebileceğimiz bir birikimin bulunmadığı bu dönemde, toplum “Türkçe sözlü hafif müzik”le eğleniyordu.

    Yine bu dönemde Timur Selçuk kendi müziğini kurmaya çalışıyor, Cem Karaca, Selda Bağcan, Fikret Kızılok ile Üçhürel ve Moğollar gibi topluluklar Anadolu halk müziğine yaslanarak kentsel duyarlığa yanıt vermeye uğraşıyorlardı.

    Bu süreç 12 Eylül 1980’de kesilmeden önce iç göçler ve yönlendirmelerle bütün müziğimiz Arabesk’e boğulmuş ve Babalar yetiştirilmişti bile.

    1968’den sonra ününü kentlere taşıyan Mahsuni, kendi müziğini oluşturuncaya değin “usta malı” denilen kendinden önceki geleneğin ses ve söz kalıplarını kullanmış; ancak Aşık Veysel ile Davut Sulari gibi ozanlarla birlikte kendi geleneğini yaratmayı başarmıştır.

    Kendisi her söyleşisinde “yeni bir müzik yaratmadım, halkımın müziğini yeniden söyledim” demiştir.

    Genel olarak bütün sanatlar için geçerlidir bu görüş. Ancak her çağ ve her kuşak kendi devrimcisini de yaratır. O kuşağın devrimcilerinden biri olarak; “İşte gidiyorum çeşm-i siyahım”ı Mahsuniden başkası söyleyemezdi.

    Bu baş yapıtında yaptığı seçimi de bütün açıklığıyla ortaya koyar:

    Ötmek istiyorum viran bağlarda
    Ayağıma cennet kiralansa da.

    Yaşadığı kişisel acılar için önceleri “Ben Mahsuni Serif isem öldürmez bu yara beni” diyen ozan, aynı duyarlılık içinde daha sonra, “Güldün Mahsuni’nin berbat halina / Mervan’ın elinde parelense de” deyip aşkını taçlandıracaktır.

    Yunus Emre ile başlatabileceğimiz Anadolu Türk geleneğinin ölümsüzlerinden biri olarak, yaşamayı sanata dönüştüren Mahsuni aramızdan ayrıldı. Onun şiiri konusunda en doğru değerlendirmeyi, “Konuşma dilinde türkü söyleme geleneğinin doruklarından biridir” diyerek Arif Sağ yapmıştır.

    Eğer başından sonuna, özellikle 1965-75 dönemi, sazı ve müziğiyle korunabilirse, kent müziğine hazırlık yapan kişisel müziğin en önemli Ozanlarından biri olduğu da daha sonra söylenecektir sanırım.

    Yaşamı boyunca halk ozanı olarak kalmanın yanısıra kentli bir yurttaş olma savaşımı da veren Aşık Mahsuni Şerif, bütün has ozanlara özgü bir son parlayışla aramızdan ayrıldı. “Kirvem aman ne çabuk geçti zaman”.

    İnsan duyarlılığının en yücesi saydığımız sevme yeteneğini geliştirmek isteyenler, yaşayıp ölmenin ödülünü hak etmiş bu  ölümsüz ozandan uzak ve ayrı kalmasınlar.